Eşref-i mahlukat, yeryüzünde Hakk’ın halifesi; on sekiz bin alemin hülasası, kainatın zübdesi insan. Ama hangi insan?.. Nefsine kul değil aleme sultan olan insan. İnsaniyetin bütün kemaliyle insan. Her malzemenin işe yarar, kıymet ifade eder hale gelmesi için bir usta elinde işlenmesi gerektiği gibi insanın da işlenmesi, şeytani taraflarının törpülenmesi, hilkatindeki rahmani taraflarının bir kuyumcu titizliğiyle ortaya konması icab eder. İşte dergah, insan hamurunun yoğrulup şekillendirildiği tezgahın adıdır.
Mürşid ise insanı insan yapan ustadır. Hazreti Peygamber (s.a.v) zamanında müstakil dergahlar yoktu. Yegane dergah onun huzur-ı saadetleriydi. Aradan bir müddet geçince, şartlar öyle getirdi, insanın manevi cihetine açılan kapı tasavvuf adı altında müesseseleşti. Birbiri ardınca inşa edilen dergahlar ilmin, irfanın, güzel sanatların, insanlığın, Müslümanlığın menbaı oldular. Yetiştirdikleri şahsiyetlerin çoğu tarih sayfalarında şerefli yerlerini aldı; himmetleri ise hala baki. ‘Küllü men aleyha fan’ sırrının her muhatabı gibi dergahlar da kemali ve zevali yaşadılar, zaman içinde fonksiyonlarını eda edemez hale geldiler. Ehliyetsiz ellerde suistimaller başladı, hakikat manasıyla birçoğunun içi boşaldı. Ve bir gün geldi bu boş mekanlar kendilerini sırlayıverdiler.
Bugün 21. asrı yaşıyoruz. İnsanlık çok farklı ufuklara yol alıyor. Atiye doğru ilerlerken savrulup dağılmamak için mazideki kökümüzden kopmamak; kendi zamanımızda, kendi hayatımızı yaşarken geçmişin güzelliklerinden, güzel insanlarından tefeyyüz etmek gerekmez mi? Ve geçmişten kalan güzel izler gelecek nesillere ulaştırılmak üzere bize tevdi edilmiş birer emanet değil midir?
Gerçekten, bu ve benzeri mekanlar, yüzyıllar boyunca toplumun her kesimine, herkesin kendi meşrebine göre eğitim ve terbiye veren, her bakımdan kamil insan yetiştirmeye yönelik birer halk eğitim merkezleri gibiydiler. Hayatın dışında, hayattan soyutlanmış değil, tam tersine hayatın içinde, Tevhid esası gereğince her bir insanı kendi yaradılış özelliklerine göre esas alan, ona, bilme, öğrenme, ve helal kazanç yolunda kapılar açan, sanatın bütün güzelliklerine taşıyan, sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı sağlayan, kısaca şu dünya üzerinde mükemmel ve medeni toplumu inşa etmeyi misyon edinmiş birer sivil toplum örgütü idiler.
Bugün bu müesseselerin aynı öz ve şekildeki varlıklarından söz edemiyoruz. Peki bu mevcut durum, yüklendikleri misyonun da bittiği manasına mı geliyor? Elbette hayır! Yaradılmışların en mükemmelini, yaradılışındaki öze götürmek ve her bakımdan medeni toplumu inşa etmek herhalde hiç bir zaman vazgeçemeyeceğimiz idealimiz olsa gerektir.
O halde yapılacak şey, hayatın her vechesinde, zamanın ve hukukun gereğine uygun şekilde, “kamil insan-medeni toplum” inşasına gayret etmektir.
Bu mekan, bu sitede adlarını zikrettiğimiz ve zikredemediğimiz nice Allah dostlarının muhabbet ve gayretleri ile yıllar boyu ihya oldu. Dün dergah idi, tekke idi, bugün dernek olur, yarın bambaşka bir oluşum icab eder, öyle devam eder. Ama bir şey baki kalır: Vakıfın şartı, yani; yaradılışımızın sebebi olan Yaradan’ı bilmek, her an O’nu anmak ve yaradılışımıza uygun insanlar olma, medeni toplumlar inşa etme yolundaki gayret. Bu gayret hakikat şerefesindeki bir sadadır ki her vakit bir başka makamdan terennüm edilir. Makam değişir, ama çağrı değişmez.
Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.